Avrupa’da ve Türkiye’de Sivil Toplum


E. Fuat Keyman, Prof.
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Koç Üniversitesi


Son yıllarda akademik ve kamusal söylem içinde sivil toplum kavramının yeniden-canlandığını, toplumsal değişiminin temel ve birincil aktörlerinden birisi konuna yükseldiğini söyleyebiliriz. Sivil toplum, bu yeniden-canlanma sürecinde toplumsal gelişimin, demokratikleşmenin ve ekonomik kalkınmanın önemli bir aktörü olarak kabul edildi. Sivil toplumun önemi hem nicel hem de nitel olarak arttı. Bugün sivil toplum örgütlerinin farklı yapılanmalar içinde toplum içinde yaygınlaştığını görüyoruz. Sivil toplum örgütleri (bundan sonra STK’lar) farklı alanlarda çalışan gönüllü örgütlerden, düşünce kuruluşlarına, sosyal hareketlerden vatandaşlık insiyatiflerini, hükümet-dışı örgütlerden sendikalara ve meslek odalarına kadar geniş bir yelpaze içinde hareket eden bir alanı temsil ediyor. Bugün, sivil toplumun hareket alanı sadece yerel ve ulusal da değil, bölgesel ve küresel bir nitelik kazandı. Yaşadığımız dünyada, küresel sivil toplumdan konuşmak olası. Bu gelişimin sonucunda, modern zamanlarda siyaset alanına damgasını vuran ve siyaset yapma eylemini sadece siyasi partilere indirgeyen devlet-merkezci eğilimin, ne etkili ve verimli, ne de meşruiyet sorunu olmayan demokratik toplum yönetimi için yeterli olmadığı ortaya çıktı. Sivil toplum artık sadece demokratiklik ve meşruiyet değil, iyi toplum yönetimi tartışmalarının bir parçası. Bu anlamda, sivil toplumun geçirdiği toplum içinde yaygınlaşma süreci, kendisinin toplum yönetimi için nitel önemini de ortaya çıkardı.

Bununla birlikte, sivil toplumun yeniden canlanma süreci, beraberinde ciddi sorunlar da getirdi. Sivil toplum hızla yaygınlaştıkça, “sivil toplumun ne anlama geldiği” muğlaklaşmaya başladı. Sivil toplum farklı siyasi, ekonomik ve kültürel söylemlerin ve aktörlerin kullanımına girince, sivil toplumun esas işlevlerinin, taşıdığı temel ahlaki ve siyasi değerlerin ne olduğu da muğlaklaştı. Bu muğlaklaşma süreci, hem sivil toplum örgütlerinin kendi aralarındaki ilişkilerde ciddi sorunlar yaratırken, hem de sivil toplum kavramının suiistimaline (abuse) yol açan bir kullanılış biçimini de ortaya çıkardı. Toplumsal sorunlara çözüm ve iyi toplum yönetimi temelinde tanımlanan sivil toplumun, siyasi, ekonomik ve kültürel aktörlerin kendi iktidar ve çıkara dayalı söylemlerini meşrulaştırma sürecinde de kullanıldığını da, bu yeniden-canlanma süreci içinde gördük. Bu nedenle de, sivil toplum üzerine yapılan çalışmalarda, “sivil toplumun kullanımı ve suiistimali” üzerine yapılan göndermeler giderek yaygınlaştı. Bu anlamda, bugün sivil toplumdan konuşurken, hem STK’ların toplumsal yaşamda yerelden küreselleşme geniş bir alanda yaygınlaşmasından, hem de sivil toplum kavramının suiistimale varan yaygın kullanımından söz ediyoruz.

Yine bu nedenledir ki, sivil toplum üzerine önemli ve etkili çalışmaları olan Michael Edwards yeni yayımladığı Sivil Toplum adlı çalışmasına şu soruyla başlıyor: “Sivil toplum 21.yüzyılın en önemli ve anahtar kavramlarından biri mi, yoksa bu yüzyıl içinde giderek önemsizleşecek ve sonuçla ortadan kalkacak bir kavram mı olacaktır? Bu soru gelişmiş ve bugün sanayi-sonrası bilgi toplumuna geçmiş (geçmekte olan) Batı demokrasileri için geçerli olduğu kadar, kendi örneğimiz olan Türkiye için de geçerli ve önemlidir. Bugün hem Batı demokrasilerinde, hem de Türkiye’de sivil toplumun önemi yadsınmamakla birlikte, sivil toplumun ciddi bir kavşak noktasına geldiğini de kabul etmeliyiz. Bu noktada yapılacak tercih, sivil toplumun geleceğini, dolayısıyla Edwards’ın sorduğu soruya yanıtımızı belirleyecektir. Yapılacak tercih ya da bu soruya verdiğimiz yanıt, sivil toplumun 21.yüzyıl için önemini vurgulamak ise, o zaman bugün sivil toplumu kendi içinde eleştirel, sorgulayıcı ama aynı zamanda da yapıcı bir tartışma sürecine sokmamız gerekiyor. Bu tartışma iki-boyutlu bir düzlemde yapıldığı zaman yararlı ve verimli olacaktır. Diğer bir deyişle, sivil toplumu hem içerdiği sorunları gün ışığına çıkartarak tartışmalıyız, hem de bu sorunlara kalıcı bir çözüm getirecek yeni bir sivil toplum anlayışı ya da modeli geliştirmeliyiz. Aşağıda, bu çalışma sivil toplumun içerdiği sorunları tartışacak ve yeni bir sivil toplum modeli geliştirmeye çalışacaktır, bu da Avrupa ve Türkiye bağlamlarında yapılacaktır.


Tanımsal Muğlaklık (Definitional Ambiguity)


Son yıllarda giderek artan sivil toplum çalışmalarına, sivil toplum üzerine yapılan akademik ve kamusal tartışmalara, ve sivil toplumun farklı siyasi, ekonomik, kültürel aktörler ve devlet seçkinleri tarafından kendi söylemlerine ve stratejileri içinde kullanılma tarzlarına baktığımız zaman, kavramın zaman içinde “plastik bir ahlaki ve siyasal kimliğe ve değere sahip olduğunu” gözlemleyebiliriz. Sivil toplumun giderek açık bir biçimde gözlemlenebilen plastik ahlaki ve siyasal niteliği, diğer bir deyişle farklı, hatta birbirlerine zıt ve çatışma içinde olabilecek farklı söylemlere ve stratejilere eklemlenme özelliği, kavramın taşıdığı “tanımlanmasına dönük muğlaklıktan” da gelmektedir. Sivil toplum, en genel düzeyde, “devlet iktidarının baskısı ve denetimi altında olmayan gönüllü örgütlerin yer aldığı alan” olarak tanımlanabilir. Ama bu tanım sivil toplumun demokratikleşme sürecine ya da demokratik toplum yönetimine katkıda bulunmak gibi siyasi ve ahlaki değerleri ele almayan, yada minimize eden bir tanımdır. Bu anlamada, ikinci olarak, sivil toplumu, bu değerlere gönderimle, ve kavrama belli bir ahlaki ve siyasi değer de atfederek, “bir toplumun kendisini ve eylemlerini bir bütün olarak, devlet iktidarının baskısı ve denetimi altında olmayan gönüllü örgütler yoluyla örgütlemesi” temelinde de tanımlamak mümkündür. Bu tanım içinde sivil toplum, bir ülkede toplumsal yaşamın devlet denetiminden bağımsız olarak kendisini örgütleyebileceği, kendi etkinliklerini bu örgütler yoluyla koordine edebileceği, ve yine bu örgütler yoluyla kendi taleplerini siyasi alana taşıyabileceğini simgeleyen bir kavram olmaktır. Sivil toplum devlet-toplum ayrışması içinde, toplumun devletten ahlaki ve siyasi olarak daha güçlü ve daha belirleyici olduğunu simgelediği sürece de, demokratikleşmenin ve demokratik toplum yönetiminin tanımlayıcı temel referans-noktalarından biri olma işlevini üstlenmektedir. Bu temelde de siyaset bilimi içinde, sivil toplumun güçlü ve etkin olduğu siyasi rejimler “demokratik”, sivil toplumun yasaklandığı ya da yok edildiği rejimler “totaliter”, sivil topluma belli derecede özgürlük verilirken, aynı zamanda sivil toplum üzerinde güçlü devlet denetimi talep eden rejimler ise “otoriter” olarak sınıflandırılmaktadır.

Bununla birlikte sivil toplumu sadece demokratik toplum yönetimi temelinde taşıdığı siyasi ve ahlaki değerlere gönderimle düşünmek, kavrama güçlü bir değer yargısı da yüklemek sorunu da taşımaktadır. Diğer bir deyişle, sivil toplumu sadece devlet denetimi dışında gönüllü örgütlerin hareket alanı olarak tanımlamak kavramı çok fazla teknikleştirmek ve kavramın taşıdığı ahlaki ve siyasi değeri minimize etmek sorununu ortaya çıkartıyorsa, sivil toplumu sadece demokratik toplum yönetimi temelinde tanımlamak da, kavrama aşırı ahlaki ve siyasi değer yüklemek sorununu ortaya çıkartacaktır. Bu nedenle, bu tanımlara alternatif olarak, son yıllarda üçüncü bir sivil toplum tanımın da yapıldığını görüyoruz: bu da, sivil toplumun “toplumsal sorunlara etkili ve uzun-dönemli çözüm bulma sürecine aktif olarak katılan, ve bu temelde de siyasi aktörleri bu çözümleri yaşama geçirecek politikalar üretmeye yönlendirmek için çalışan farklı gönüllü örgütlerin devlet denetimi dışında kurduğu ortak alan” olarak tanımlanmasıdır. Sivil topluma bu tarz yaklaşım, aslında sivil toplumun demokratik toplum yönetimine kurma sürecine içsel düşünülen ahlaki ve siyasi değerine önem vermekle birlikte, bu niteliği sivil toplumun tek ve öz tanımlayıcı niteliği olarak görmemektedir. Seçtikleri alanlarda aktif olarak çalışan, bu alanlarda yaşanan sorunlara çözüm üreten, ve bu süreçte devlet denetimi dışında hareket eden gönüllü örgütlerin varlığı da sivil toplumun tanımlayıcı niteliklerinden birisidir. Bu anlamda, sivil toplumu tanımlarken, ahlaki ve siyasi değer düzeyinde maksimalist ya da tam tersi minimalist bir konumda olmak yerine, sivil toplumu toplumsal sorunların çözüm sürecine yaptığı etki ve verdiği katkı temelinde düşünmek, son yıllarda yapılan sivil toplum tartışmaları içinde giderek önem kazanan eğilimlerden birisidir.


1990’li yıllardan bugüne sivil toplumun yeniden-canlanması sürecinde yukarıda sınıfladığım sivil toplum tanımlarının hepsinin de kullanıldığını görüyoruz. Örneğin, özellikle Amerika’da ve Kanada’da, ama yakın zamanlarda Avrupa’da da, sivil toplumun akademik ve siyasal söylem içinde siyasi ve ekonomik toplumların dışında bir alanda hareket eden gönüllü örgütlere referansla, ve “üçüncü sektör”, “sosyal sermaye” ya da “yeni-Tocquevilizm” gibi kavramlar ya da kodlar içinde kullanıldığını görüyoruz. Bu minimalist kullanımı içinde sivil toplu siyasi bir plastiklik de taşıyor. Sivil toplum bu tanımı içinde birbirlerinden farklı, hatta zıt ve antagonistik siyasi oluşumların hepsi tarafından kullanılıyor, bu oluşumların siyasi söylemlerine eklemlenebiliyor: siyasi arenanın sağ/sol eksenini oluşturan partilerin, kimlik-temelli partilerin ya da siyasi oluşumların, sosyal hareketlerin, muhafazakarların, liberallerin çokkültürcülerin, üçüncü yolcuların, devlet seçkinlerinin; hepsinin sivil toplumu önemseyen, yücelten siyasi söylemleri var. Sivil toplumundaki ahlaki ve siyasi değere minimalist yaklaşım, sivil toplumun bu oluşumların hepsinin kendi siyasal söylemlerine eklemlenmesini sağlıyor.

Diğer taraftan, sivil toplumun özellikle Doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerindeki demokrasiye geçiş süreçlerindeki kullanımına bağlı yeniden-canlanmasına baktığımızda da, farklı bir tanımla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sivil toplum, totaliter/otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecinin anahtar kavramı, demokratik toplum yönetiminin temel kurucu öğesi, bireysel hak ve özgürlükler alanının genişlemesinin en birincil aktörü. Sivil toplum, meşruluğun, etkin ve verimli toplum yönetiminin, demokratik sorumluluk ilkesinin, şeffaf devlet örgütlenmesinin devlet-toplum ilişkilerinin düzenlenmesi sürecine yerleştirilmesini sağlayan bir alan; bu anlamda da ahlaki ve siyasi bir değere sahip. Sivil toplum, totaliter/otoriter devlete karşı bir muhalefet alanı, toplumun bu devlete karşı kendisini örgütleme alanı, dolayısıyla eski Yunan siyasi felsefesi (örneğin Aristoteles) terminoloji içinde, devlete karşı “ikinci bir polis”. Bu anlamda, sivil toplumun, maksimalist tanımı içinde, “demokrasiye geçiş” tartışmalarının anahtar kavramı olduğunu söyleyebiliriz. Doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde, ilerde göreceğimiz gibi Türkiye’de de, sivil topluma maksimalist yaklaşımın, farklı akademik ve siyasal söylemler içinde hakim eğilimlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, minimalist ve maksimalist yaklaşımları eleştiren bir sivil toplum tartışmasının da son yıllarda yapıldığını da söyleyebiliriz. Bu tartışma hem akademik düzeyde, hem de sivil toplum içinde yapılıyor. Sivil topluma minimalist ve maksimalist yaklaşımlara alternatif olarak gelişen, sivil toplumu sadece gönüllü örgütlere gönderimle ya da devlet-toplum karşıtlığı içinde algılamayan bir sivil toplum anlayışının sivil toplum tartışması içinde giderek önem kazandığını görüyoruz. Bu yaklaşım sivil toplumu; (1) toplumsal sorunların çözümünde etkili bir aktör olarak görüyor; (2) sivil toplumun bu sorunların çözümünde siyasi partilerle ve devletle işbirliği içine girebileceğini vurguluyor; (3) sivil toplumun devlet ve siyasi aktörler tarafından kendilerini meşrulaştırıcı bir faktör olarak kullanılmasına karşı çıkarak, aksine sivil toplumun devlet yönetiminin etkili, verimli, sorumlu ve şeffaf bir yönetime dönüştürülmesinin önemli bir aktörü olması gerektiğini savunuyor; (4) sivil toplumun böylece toplumsal yaşamın mikro-yerel ölçekten makro-ulusal düzeye kadar “aktif vatandaşlık” temelinde örgütlenmesinde önemli bir rol oynadığını öneriyor; (5) bu yolla da, sivil toplumun aynı zamanda toplumsal yaşamı oluşturan farklı kimlikler, farklı toplumsal aktörler ve farklı toplumsal kesimler arasındaki ilişkinin demokratik temelde kurulması için de önemli olduğunu söylüyor; ve (6) sonuçla, bugünün dünyasında sivil toplumun hem devlet-toplum/birey ilişkilerinde, hem de toplumsal yaşamı oluşturan farklı kimlikler/aktörler/kesimler arasındaki ilişkilerinde “haklar ve sorumlulukların” demokratik ve adaletli dağıtımının anahtarı olduğunu öneriyor. Sivil toplumun toplumsal yaşam içinde yarattığı dönüştürücü etkiler temelinde tanımlanması, dolayısıyla yukarıda maksimalist ve minimalist yaklaşımlara alternatif olarak yapılan “toplumsal sorunlara etkili ve uzun-dönemli çözüm bulma sürecine aktif olarak katılan, ve bu temelde de siyasi aktörleri bu çözümleri yaşama geçirecek politikalar üretmeye yönlendirmek için çalışan farklı gönüllü örgütlerin devlet denetimi dışında kurduğu ortak alan” olarak sivil toplum tanımı, bu altı niteliği de içeriyor.

Batı demokrasileri genelinde ve Türkiye özelinde, sivil toplumun minimalist ve maksimalist temelde kavramsallaştırılması, ve bu anlayışlara karşı geliştirilen alternatif sivil toplum kavramı, bugün sivil toplum üzerine yapılan kavramsal tartışma alanı içinde birlikte yer alıyorlar. Bu anlamda da, sivil toplumun kavramsal tartışma alanı çok-boyutlu, karmaşık, ama aynı zamanda da muğlak bir nitelikte. Bu çok-boyutlu ama muğlak yapıyı anlamak, ve oradan Türkiye’de sivil toplum tartışmasına geçmek için, kısaca Avrupa’da sivil toplumun tarihsel gelişimine kısaca bakmak da yarar vardır. Bu tarihi kısaca ana başlıklar içinde anlamak, bugün Türkiye’de sivil toplumun içerdiği sorunları nesnel bir temele anlamamıza ve yeni bir sivil toplum modeli geliştirmemize önemli bir katkıda bulunacaktır.


Avrupa’da Sivil Toplum: Tarihsel Perspektif


Londra’nın Blackheat semtinde olan Ascension Klisesi’nin duvarında bulunan metal plaketin üzerinde, 1370’lerin sonunda yaşanan köylü ayaklanmasının lideri John Ball’un ayaklanma sonu 1381 yılında söylediği şu sözler yazar: “Dostluk arkadaşlık yaşamdır, dostluğun olmadığı yerse ölümdür, ve orada cehennemde dostluk, arkadaşlık değil, insanların tek tek kendileri vardır”. Bu sözlerin, John Ball bu anlamda kullanmasa bile, bugün gönüllü ve dayanışmaya dayanan sivil toplum düşüncesinin ilk tanımlarından biri olduğu söylenebilir. Şüphesiz ki, o günden bugüne Avrupa’da sivil toplum anlayışında ciddi değişim ve dönüşümler yaşandı, sivil toplum bir dönem çok önemli bir kavramken, sonra uzun bir dönem pek kullanılmadı. Son yıllarda ise kavramın yeniden-canlanma, giderek popülerleşme, hatta klişeleşme sürecini yaşadık. Toplumsal sorunlara çözüm arayan, kamusal alanda bu sorunların demokratik tartışılmasını hayata geçiren, ve bu yolla da demokratik bir toplum yaratma vizyonu taşıyan aktif bir sivil toplumun bugünün dünyası için gerekliliği düşüncesi, akademik ve siyasal söylem içinde son yıllarda giderek yaygınlaştı. Bugünse, bu çalışmada belirtildiği gibi, sadece sivil toplumun önemi değil, aynı zamanda taşıdığı sorunlar tartışılıyor, bu sorunlara çözüm olabilecek yeni sivil toplum modelleri kurulmaya çalışılıyor.

1381’den bugüne sivil toplum kavramının Avrupa’da tarihsel gelişimine baktığımız zaman, belli bir genelleme riskini göze alarak, sivil topluma atfedilen anlamın geçirdiği değişimi üç ana dalga (three waves of civil society) içinde betimleyebiliriz. Bu yolla bir taşla iki kuş vurmuş olacağız: hem sivil toplum kavramının ana hatları içinde gelişimi ve değişimini, hem de bugün sivil toplumun içerdiği farklı anlamların tarihsel arka planını ortaya koyacağız Aşağıda, sivil toplum dalgalarını kısaca açımlanacaktır:

(i) modern burjuva toplumu olarak sivil toplum: sivil toplumun tarihi “eski Yunan” döneme kadar gitmekle birlikte, kavramın ilk kullanılma döneminde, esas amaç geleneksel toplumdan modern topluma geçişi açıklamak, ve modern toplumu tanımlamaktı. Sivil toplum modern toplumun özgünlüğünü ve modern-öncesi geleneksel toplumdan farkını simgeleyen bir ölçüttü. Sivil toplum ile modern toplumla eş-anlamlı, ve modern toplumun birey ve serbest pazar temelinde tanımlanmasında kullanılan bir kavramdı. Sivil toplum-modern toplum ilişkisine farklı felsefi yaklaşımlar olmakla birlikte, bu yaklaşımların ortak noktası sivil toplum düşüncesinin birey ve serbest pazar kavramlarıyla olan ilişkisiydi. Örneğin, liberal felsefenin önemli kuramcılardan Locke ile cumhuriyetçi felsefenin önemli temsilcisi Montesquieu, sivil toplumun ortaya çıkmasında, farklı tarihsel süreçlere ve olgulara ağırlık vermekle birlikte, feodal dönemin sonuna doğru ortaya çıkan “öznel ya da subjektif hakların yasal temelde tanımlanması” olgusu üzerinde aynı düşüncededirler.

Bu anlamda, modern toplumun tanımlanmasında önemli bir işlev gören sivil toplum kavramı, birinci dalga içinde, bireysel hak ve özgürlükleri simgelerken, bu hak ve özgürlüklerin yasal dayanağını gündeme getirmekte, ve devlet denetimi dışında ve yasal güvence altında bir toplum düşüncesini yaşama geçirmektedir. Birinci dalga içinde sivil toplum, siyaset diline “hak” nosyonunu sokmaktadır, böylece de haklara dayalı birey kimliğini nitelemektedir. Modern toplumun kuruluşunda, bu birey şehirli ve serbest pazarda öznel haklara sahip burjuva sınıfı olduğu için, “sivil toplum=birey+serbest pazar+hak nosyonu” denklemi, birinci dalganın hakim sivil toplum anlayışıdır. Bu denklem şu anlama da gelmektedir; sivil toplum devlet-toplum karşıtlığı içinde, birey kimliğine gönderimle ve modern toplumla ilişkili algılanırken, demokrasiyle ilişkilendirilmemektedir. İlk dalga içinde sivil toplumun demokratikleşmeye katkısı birincil planda değildir, esas olan sivil toplum-modern/birey kimliğiyle ilişkisini kurmaktır. Bu da sivil toplum kavramına, kavramın bugünde sahip olduğu liberal kimliğin tarihsel arka planını bize vermektedir;


(ii) demokrasi bağlamında sivil toplum: akademik ve kamusal söylemde ikinci dalga sivil toplum tartışması, bu çalışmanın başında da değinildiği gibi, 1980’li yıllarda, özellikle Doğu Avrupa, aynı zamanda da Latin Amerika ülkelerinde totaliter, despotik siyasi rejimlerden demokratik rejime geçiş döneminde ortaya çıkmıştır. “Demokrasiye geçiş süreci” olarak bilinen bu dönem, sivil toplum kavramının yeniden-canlanma dönemi olarak da nitelenmektedir. Doğu ve Orta Avrupa’da oluşan demokratikleşme talepleri içinde canlanan sivil toplum kavramı, toplumun despotik devletten bağımsız bir yaşamı olabileceğini simgeler. Sivil toplum devletten bağımsız, hatta devlete karşı bir yaşam alanını tanımlar, bu anlamda da bireysel hak ve özgürlüklerin kazanımı mücadelesinin, dolayısıyla da totaliter, dspotik devletten demokrasiye geçişin anahtarıdır. Bu bağlamda da yapılan sivil toplum tartışmalarının önemli isimler, Vaclav Havel ve Gyorgy Konrad sivil toplumu düşünce özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne sahip özgür bireylerin yaşam alanı olarak tanımlarlar. Havel’e göre, sivil toplum özgür bireylerin sivil insiyatiflerinin ve sivil erdemlerinin yaşama geçtiği hak ve özgürlükler alanıdır. Konrad’a göreyse, sivil toplum totaliter siyasete karşı geliştirilen “anti-siyaset alanı”, dolayısıyla despotik siyasal iktidara karşı geliştirilen, siyasal iktidara sahip olma talebinde bulunmayan, siyasal iktidarı desteklemek ya da yermek iddiasında olmayan, ama buna karşı bireysel hak ve özgürlükleri yaşama geçirmeye çalışan bağımsız düşünme, tartışma ve demokratik yönetim çağrısının yapıldığı alan, sivil toplum olarak adlandırdığımız yaşam alanıdır.

Tüm bu tanımlar içinde oluşan ikinci dalga sivil toplum tartışması, sivil-toplumla demokratikleşme arasında ilişki kurarak özgünlük kazanır. Birinci dalgayla benzer olarak sivil toplum bireysel hak ve özgürlüklerle birlikte düşünülürken, ikinci dalga sivil toplum demokrasiye geçişinin merkezine oturtarak özgün bir nitelik kazanır. Sivil toplumun sadece modern toplumun değil, gerçekte “demokratik toplum”un gerekli ya da yeterli koşulu olduğu düşüncesi, ikinci sivil toplum dalgasının, sivil toplum tartışmasına yaptığı en önemli katkıdır. Fakat bununla birlikte, bu katkının sınırlı bir katkı olduğunu, ve belli sorunlar içerdiğini de kabul etmeliyiz. Bu sınırlı niteliğin ve sorunların temelinde, ikinci dalganın sivil topluma yaklaşırken yaptığı katı devlet-sivil toplum ayrımı vardır. Doğu Avrupa ve Latin Amerika bağlamlarında yapılan sivil toplum tartışması, despotik devlet yapısına ve bu devletin topluma karşı uyguladığı totaliter siyasi iktidar anlayışına karşı yapılan bir mücadeleyi içerdiği için, bu tartışma içinde devlet-toplum arasına çizilen katı çizgiyi, sivil toplumu devlete karşıt konumlandırmayı, ve sivil topluma “anti-politik” bir nitelik atfetmeyi bir yere kadar anlayabiliriz. Fakat bu anlayış toplum demokratikleştikçe kendisini yenilemek zorunda olan bir anlayıştır. Devlete atfedilen olumsuzluk ve sivil topluma atfedilen olumluluk, hem devleti değişmez kabul ettiği için, hem de sivil toplumun içerebileceği sorunları göz ardı ettiği için, bizi sorunlu bir sivil toplum-demokratikleşme ilişkisine götürür.

Devlet-sivil toplum karşıtlığı içinde ortaya çıkan en önemli iki sorun, ikinci dalga içinde (a) sivil toplum-liberal pazar ekonomisi ilişkisinin ve (b) sivil toplumun hangi yoldan demokratik toplum yönetimine katkıda bulunacağı sorusunun yeterince tartışılmamasıdır. İkinci dalga sivil toplum tartışması, yaptığı devlet-toplum karşıtlığı içinde, serbest pazarın yaratacağı iktidar ve egemenlik ilişkilerine karşı sivil toplumun nerede konumlanacağı bize söylemektedir. Diğer taraftan da, devlet-toplum karşıtlığı ve sivil topluma yüklediği aşırı ahlaki ve siyasi değer nedeniyle, sivil toplum tartışması ne sivil toplumun örgütsel ve finansal kapasite sorunları, ne de sivil toplumun demokratik toplum yönetiminin kurulmasına somut katkıları hakkında çok fazla bir şey söylemektedir. Bu nedenle de, demokrasiye geçiş sürecinin anahtar kavramı olarak 1980’lerde yeniden-canlanan sivil toplum tartışması, demokratik konsalidasyon dediğimiz demokrasinin toplumsal ilişkilerde yerleşikleşmesi (democratic consolidation) sürecinde yetersiz kalmıştır. Yine bu nedenle de, sivil toplumu üzerine farklı bir bakış açısının getirilmesi, ve sivil toplum-demokratikleşme ilişkisini yeniden-düşünmek, sivil toplum tartışması içinde önemli bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Bu gereksinime verilen yanıtlardan birisi de, sivil toplum ile katılımcı demokrasiyi beraber düşünmektir. Bu düşünce tarzını, üçüncü dalda sivil toplum tartışması olarak adlandırabileceğimiz, sivil toplumun özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarındaki gelişimi üzerine yapılan çalışmalarda ve çözümlemelerde görebiliriz;


(iii) katılımcı demokrasi olarak sivil toplum: sivil toplumu hem devlet ve siyasi aktörlerden oluşan siyasal toplumdan, hem de serbest pazara dayalı ekonomik toplumdan ayrıştırarak düşünmek, bu anlamda da sivil topluma toplumsal sorunlara ve taleplere demokratik ve uzun dönemli çözüm bulmak için siyasal toplumu etkileme işlevini vermek düşüncesi üçüncü dalga sivil toplum tartışmasının temelini oluşturur. Bu tartışma içinde, sivil toplum sadece bireysel hak ve özgürlüklerin yaşama geçirilmesi ve güvence altına alınması ya da siyasal sistemin demokratikleşmesi süreçlerinin değil, aynı zamanda bir ülkede devlet-toplum/birey ilişkilerinin “katılımcı demokrasi” temelinde kurulmasının da önemli bir aktörü olarak görülür. Diğer bir değişle, sivil toplum sadece STK’lardan oluşan örgütsel bir yaşam alanı, ya da demokratik rejime geçiş sürecinin bir aktörü değil, daha da önemlisi demokratik toplum yönetiminin katılımcı demokrasi modeli içinde kurulmasının anahtar kavramıdır. Sivil toplumu katılımcı demokrasi temelinde düşünmek, bu bağlamda, ikili bir kuramsal manevrayı gerekli kılar: (a) sosyolojik düzeyde “toplum” kavramını siyasal toplum, ekonomik toplum ve sivil toplumdan oluşan bir bütünlük olarak tanımlamak, dolayısıyla devlet-toplum/birey karşıtlığının gerisinde üç-boyutlu bit toplum anlayışına sahip olmak; ve (b) modern toplumda vatandaşlık kimliğini de sadece bireysel hak ve özgürlükler temelinde değil, aynı zamanda toplumsal sorunların çözümü için aktif olarak hareket eden, ve bu nedenle de siyasal toplumun alttan denetimini sağlamayı amaçlayan toplumsal benlik olarak algılamak. Böylece, sivil toplum aktif vatandaşlık anlayışının yaşama geçmesine, ve bu yolla da demokratik toplum yönetiminin katılımcı demokrasi temelinde gerçekleşmesine anlam veren bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Üçüncü dalga sivil toplum tartışması, sonuçla, sivil toplumu “toplumsal sorunlara etkili ve uzun-dönemli çözüm bulma sürecine aktif olarak katılan, ve bu temelde de siyasi aktörleri bu çözümleri yaşama geçirecek politikalar üretmeye yönlendirmek için çalışan farklı gönüllü örgütlerin devlet denetimi dışında kurduğu ortak alan” olarak tanımlar.

Bu tartışma daha çok Batı Avrupa ve Kuzey Amerika demokratik toplumlarında sivil toplumun 1980’lerden bugüne gelişimi ve yaygınlaşması temelinde yapılan bir tartışmadır. Üçüncü dalga sivil toplum tartışmasının bu toplumlar bağlamında ortaya çıkmasının nedenlerini de şu şekilde sıralayabiliriz. Birincisi, bugün Batı modernitesinin krizi ve postmodernizasyon süreci olarak bilen toplumsal olgunun bu toplumlarda yaşaması, sivil toplumun katılımcı demokrasi bağlamında gelişmesinin en önemli etkenlerinde birisidir. Modernite krizinden konuşurken, siyasi düzeyde merkez sağ ve merkez sol partilerin toplumla bağlarının zayıflamasından, ve böylece temsili demokrasi dediğimiz sistemin toplum yönetiminde belli bir zayıflamaya uğramasından, ekonomik düzeyde sanayi toplumundan bilgiye dayalı sanayi-sonrası topluma geçiş sürecinden, kültürel düzeydeyse sosyal sınıf ve birey gibi kimlik kodlarının farklı toplumsal kesimlerin kimlik taleplerine yanıt verememesinden konuşuyoruz. Bu kriz eş-zamanlı olarak postmodernizasyon süreci dediğimiz, toplumsal sorunlara çözüm arayan sosyal hareketlerin ve yurttaş etkinliklerinin ortaya çıkmasına, bilgi ve hizmet sektöründe yer alan yeni bir orta sınıfın yaratılmasına, sosyal sınıf ve birey kategorilerinin dışında kültürel farklılığa dayalı kimlik siyasetinin farklı toplumsal kesimlerce desteklenmesine yol açıyor. Tüm bu yeni oluşumlar üçüncü dalga sivil toplum tartışmasının temel referans noktaları işlevini görüyorlar, ve sivil toplum sosyal hareketler, yurttaş etkinlikleri ve kimlik siyasetleri temelinde tartışılıyor. Bu hareketler toplumsal sorunların çözümü için siyasal aktörleri etkilemeyi amaçlıyorlar, ve bu sorunlara çözümle ilgili karar alma süreçlerine katılma talebinde bulunuyorlar.   Bu temelde de, bu hareketlerin oluşturduğu sivil toplum, bu toplumlarda var olan temsili demokrasiye katılımcı bir nitelik kazandırmaya çalışıyor, ve katılımcı demokratik toplum yönetiminin verimli, etkin ve meşruiyet sorunu olmayan bir toplum yönetimi olduğunu savunuyor. Sivil toplumun gelişmesine katkıda bulunan ikinci süreç, küreselleşme dediğimiz, dünyanın son yıllarda geçirdiği değişim ve dönüşümü simgeleyen süreçtir. Yaşadığımız dünyada devletler, toplumlar, kültürler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin yaygınlaşması, derinleşmesi ve hızlanması olarak tanımlayabileceğimiz küreselleşme süreçlerinin yarattığı değişim ve dönüşümler olumlu olduğu kadar olumsuz ve yıkıcı da olmuştur. Bu olumsuz ve yıkıcı etkiler, çevre sorunlarından fakirliğe, eşitsiz gelişmeden savaşa kadar geniş bir yelpaze de yer almakta, ve dünyada ciddi bir sosyal adaletsizlik sorunu yaratmaktadır. Sivil toplum bağlamında, bu noktanın önemi şu dur: küreselleşme süreçlerinin yarattığı olumsuz ve yıkıcı etkiler ulus-devletlerin kendi başlarına yanıt vermeleri çok zordur. Sivil toplumun gelişimi, bu bağlamda, küreselleşme sürecine bir yanıt olarak da değerlendirilebilir. Üçüncü dalga sivil toplum tartışması içinde de, sivil toplum ve desteklediği katılımcı demokrasi, küreselleşme süreçleri içinde, toplumsal sorunlara çözüm için önemli ve etkin bir aktör olarak ele alınıyor.

Sivil toplumun gelişime katkıda bulunan üçüncü unsur olarak, refah devletinin krizi olgusunu söyleyebiliriz. 1980’lerden sonra Doğu Avrupa toplumlarında ortaya çıkan demokrasiye geçiş süreci yaşanırken, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da da, II. Dünya Savaşı-sonrasi dönemde belirleyici olmuş “refah devleti”nin krizi, ve bugün neoliberalizm olarak adlandırılan serbest pazar, küçültülmüş devlet ve bireye dayalı yönetim ideolojisinin güçlenmesi yaşanmıştır. Bu dönemde güçlenen neoliberalizmin, toplumsal sorunları bireysel sorunlara indirgeyen, devletin sosyal devlet niteliğini ortadan kaldıran, ve toplumsal yaşamı girişimci ve rekabetçi birey anlayışı içinde tanımlayan yönetim anlayışına karşı, artık refah devletine sahip olmayan toplumun kendi sorunlarını çözme için örgütlenme girişimi de sivil toplumun gelişiminin önemli nedenlerinden birisidir. Bu anlmada, postmodernizasyon ve küreselleşme süreçlerinin yanı sıra, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarında refah devletinin krizi ve neoliberalizmin güçlenme süreçlerininin de, sivil toplumun gelişimine katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Dördüncü olarak da, 1990’larda özellikle Batı Avrupa ve Amerika’da güçlenen, ve bugün “üçüncü yol” olarak bilinen sosyal demokrasinin yeniden-yapılanma ve toplum yönetimini eline geçirmesinin sivil toplumun daha da güçlenmesine katkıda bulunduğunu önerebiliriz. Sosyal demokratik yönetimlerin yönetim anlayışları içinde sivil toplumu önemli görmeleri, STK’ları desteklemeleri, ve en azından söylem düzeyinde kullandıkları katılımcı demokrasi anlayışları, sivil toplumun demokratik ve verimli toplum yönetiminin etkin bir aktörü olarak algılanmasında önemli bir rol oynamıştır. Üçüncü yol söyleminin refah devleti ve neoliberalizmin gerisinde bir alanda kendisini konumlandırması, serbest pazar yanında sosyal adalet sorunlarının çözümüne de önem vermesi, ve bu temelde de katılımcı ve aktif bir vatandaşlık anlayışına sahip olması, kendisinin sivil toplumu toplumsal sorunların çözümünde önemli bir aktör olarak görmesini sağlamıştır. Sosyal demokrasinin seçim propagandasında kullandığı “sorumluluk almadan hak sahibi olunmaz” (no rights without responsibilities) söyleminin taşıyıcı aktörü, sivil toplumdur.

Tüm bu süreçler (modernite krizi ve postmodernizasyon, küreselleşme, refah devletinin krizi ve neoliberaliz, ve üçüncü yol) Avrupa’da katılımcı demokrasiyi savunan, aktif vatandaşlık anlayışını yaşama geçirmeye çalışan, ve kendisini siyasi ve ekonomik toplumların dışında kanumlayan bir sivil toplumun gelişmesine katkıda bulundular. Sivil toplumu katılımcı demokrasi temelinde devlet-toplum/birey ilişkilerinin düzenlenmesinin önemli bir aktörü olarak algılayan üçüncü dalga sivil toplum tartışmasıda bu süreçler içinde gelişti. Daha da önemlisi, sivil toplumu özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sadece ulusal ya da bölgesel bir hareket alanı içinde yer almadı: aksine küreselleşti. Bugün üçüncü dalga sivil toplumdan konuşurken, giderek hareket alanı küreselleşen bir sivil toplumdan bahsediyoryuz. Uluslararası Hükümet-dışı Örgütler (INGOs), Hükümet-dışı Örgütler (NGOs), STK’lar, küresel iletişim ağları, v.b. örgütlerden oluşan bir sivil toplum yapısı, üçüncü dalga sivil toplum tartışmasına küresel bir nitelik veriyor.

Yukarıda yaptığımız sivil toplumun tarihsel gelişimi üzerine betimleme bizi şu sonuca götürebilir: sivil toplum 1980’lerden itibaren Avrupa’da demokratikleşmenin ve katılımcı demokrasinin önemli ve gerekli koşulu olarak algılanmaktadır. Bu algılanma içinde sivil toplumun gelişimi de sadece ulusal ve bölgesel değil, küresel bir nitelik de kazanmıştır. Bununla birlikte, sivil toplumun bu gelişim süreci ciddi sorunlardan da bağımsız olmamıştır. Bu sorunların en önemlileri, bu çalışmanın başında vurgulandığı gibi, sivil toplumun farklı algılanış biçimleri ve bu temelde oluşan tanımsal muğlaklık, sivil toplumun farklı siyasi aktörler tarafından kullanılışında olan suiistimal, ve sivil toplumun hareket alanı gelişirken STK’ların finansal ve örgütsel kapasite sorunlarını çözmeye, demokratikleşme bağlamında yaşama geçirmeleri gereken rolden daha fazla ağırlık vermeleri olarak sıralanabilir. Bu nedenle de, sivil toplum gelişirken, toplumsal yaşamda yaygınlaşırken ve küreselleşirken, aynı zamanda da kendisinin giderek profesyonelleşen ve demokratikleştirmeye çalıştıklara sisteme entegre olan bir yapıya dönüşme tehlikesi de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de, bugün Avrupa’da sivil toplum sadece katılımcı demokratik toplum yönetimine önemli katkısı ve içsel niteliği içinde değil, aynı zamanda sorunları içinde de tartışılıyor.


Türkiye’de Sivil Toplum


Avrupa’da sivil toplumun gelişiminin kısa bir tarihsel betimlemesini yapmak, aynı zamanda bugün Türkiye’de sivil toplumun yapısını, önemini ve sorunlarını tartışmak için de bize önemli ip uçları verir. En genelde, Türkiye’de sivil toplum dediğimiz alanın örgütsel ve ahlaki/siyasi bir değer olarak bugünkü yapısı taradığımız zaman, Avrupa’da tarihsel olarak gelişen sivil toplum tartışmasının üç dalgasının da, bu dalgalar içinde oluşan farklı sivil toplum tanımlarının ve yaklaşımlarının da, sivil toplum alanı içinde yer aldığını görürüz. Bu anlamda da, Türkiye’de sivil toplumun, bir taraftan hem bireysel hak ve özgürlüklerin yaşama geçirilmesi, hem demokrasiye geçiş, hem de katılımcı demokrasi taleplerini seslendiren örgütlerden oluştuğun söyleyebiliriz. Bu da, Avrupa’ya benzer bir tarz da, Türkiye’de de sivil toplumun içerdiği karmaşık, çok-boyutlu ve sorunlar içeren yapıyı bize göstermektedir. Sivil toplumun karmaşık ve çok-boyutlu yapısı kendisini, sivil toplumu (a) STK’larla özdeşleştiren ve “örgütsel yaşam” olarak tanımlayan, (b) demokratikleşmeyle özdeşleştiren ve “demokrasiye geçişin ön-koşulu” olarak tanımlayan, ya da (c) “katılımcı demokratik toplum yönetiminin gerekli aktörü” olarak gören farklı oluşumların eş-zamanlı olarak sivil toplum alanında yer almasında göstermektedir. Bu da, farklı sivil toplum tanımlarının ve farklı sivil topluma yaklaşımların aynı anda sivil toplum tartışması içinde yer almalarını ortaya çıkartmaktadır. Bu bağlamda da, Türkiye’de sivil topumun bugünkü yapısından konuşurken, bir taraftan çoğulculuktan ve çok-boyutlu bir yapıdan konuşurken, diğer taraftan da sivil topluma atfedilen anlamın taşıdığı “tanımsal muğlaklık” sorunundan da konuşuyoruz.

Tanımsal muğlaklık sorununun en önemli tezahürü, yine Avrupa’ya benzer bir yapı içinde, sivil toplum-demokrasi ilişkisin de ortaya çıkıyor. Diğer bir değişle, sivil toplumu sadece STK’lar la özdeş düşündüğümüz zaman karşımıza şu sorun çıkıyor: sivil toplum örgütlerin giderek finansal kaynak arama peşinde olan, kapasite sorunlarını üzerinde odaklaşan, ve örgütsel büyümeye giderek daha da önem veren profesyonel bir yapıya girmeleriyle birlikte, üstlendikleri demokratikleşme sürecine katkıda bulunma ve toplumsal sorunların/taleplerin kamusal tartışma alanını genişletme işlevlerini ikinci plana atmalarıyla ilişkili sorunlar. Bu sorunlar kendilerini, hem sivil toplum örgütlerinin (STK’lar) giderek eleştirdikleri sistemin bir parçası olma tehlikesi içinde, hem de kendi aralarındaki ilişkilerde dayanışmanın giderek azalmasında gösteriyorlar. Ama en önemli sorun, sivil toplumun STK’lar temelinde örgütsel faaliyetleri nicel olarak artarken, bu artışın nitel olmasını sağlayacak sivil toplum-demokratikleşme ilişkisinin tam anlamda kurulamaması sorunu.

Diğer taraftan da, sivil toplumu sadece demokratikleşmeye yaptığı katkı temelinde düşündüğümüz, ve ona aşırı bir ahlaki ve siyasi değer yüklediğimiz zaman da, sivil toplum-devlet ilişkisinde önemli sorunlar çıkıyor. Sivil toplumun devlet denetimi dışında çalışma alanı muğlaklaşıyor; bazı sivil toplum örgütleri devlet denetimi sorunuyla karşı karşıyken, bazıları kendi misyonlarını devletle, ya da var olan siyasi iktidarla özdeşleştirebiliyor. Örneğin kendilerini STK olarak tanımlayan düşünce kuruluşları, bağımsız bilgi üretmek yerine devlet ideolojisini yeniden-üretmeye katkıda bulunacak bilgi üretiminde bulunuyorlar. Devlet-sivil toplum ilişkisinin sorunlu olduğu diğer bir alansa, finansal ve yasal alan: devlete yakınlık ya da uzaklık STK’ların finansal kapasite artırımı sürecinde önemli bir rol oynuyor. Devletin STK’lar üzerinde oynadığı hem finansal hem de yasal denetim rolü, STK’lar arasındaki ilişkiyi bozma potansiyeline sahip bir rol. Bu rol, STK’lar arasındaki ilişkiyi dayanışmadan rekabet ve çatışmaya döndürecek nitelikte. Tüm bu sorunlar, sivil toplum ile demokrasi arasındaki ilişkinin bozulmasına yol açan sorunlar. Bu nedenle de, yukarıda belirtildiği gibi, sivil toplumun demokrasiye katkısını geliştirmek için çok önemli bir gereksinim, devlet-sivil toplum arasındaki sınırın iyi çizilmesidir.

1980’lerden bu yana, dünyadaki gelişime paralel olarak sivil toplumun Türkiye’de de geliştiğini görüyoruz. Bu süreç içinde, STK’ların toplum içinde yaygınlaştığını, sayılarının giderek arttığını, sivil toplumun öneminin artığını, sivil toplum söyleminin siyasi partiler, hatta devlet aktörleri tarafından sürekli kullanıldığını görüyoruz. Bugün 150.000’ne yakın STK’nın var olduğu hesaplanıyor. Bu sayı ağırlıklı olarak STK’lar oluşurken, hemşeri örgütleri, vakıflardan, meslek odaları, düşünce kuruluşları da sivil toplum içinde yer alıyor. Bu nicel artış, kendisini söylem düzeyinde de gösteriyor. Sivil toplum söylemi bugün farklı aktörler tarafından, Türkiye’nin demokratikleşmesinin ön-koşulu olarak kullanılıyor. Tüm siyasi partiler kendilerini demokrasinin yanında gösterirken, sivil toplumun önemine referans veriyorlar. Devlet aktörleri söylem düzeyinde hep sivil toplumun yanında. TUSİAD, MUSİAD ve SİAD gibi ekonomik baskı grupları kendilerini sivil toplum olarak topluma sunma girişimindeler, bu yolda faaliyetlerde bulunuyorlar. Sivil toplum, söylem düzeyinde, devletin demokratikleşmesinin, güçlü ekonomi programlarının, Türkiye’nin AB’ye girme sürecinin önemli bir aktörü olarak tanımlanıyor.

Fakat, yine dünyaya paralel olarak, Türkiye’de sivil toplumun ve STK’ların ciddi yukarda değindiğimiz önemli sorunları var. Sivil toplumun nicel olarak toplum içinde yaygınlaşmasının, ve kendisine atfedilen söylemsel önemin nitel bir yapıya dönüşmesi gerekiyor. Tabii ki, sivil toplumun nitel olarak gelişmesini engelleyen sorunlar, Türkiye’deki devlet-merkezci siyasetle, demokrasi eksiğiyle ve bu gelişmeyi engelleyici nitelikteki yasal düzenlemelerle ilgili. Sivil toplumu söylemsel düzeyde destekleyen devlet aktörleri ve siyasi partiler, bu önemin nitel bir yapıya dönüşmesi için katkıda bulunmuyorlar: hatta bu aktörlerin sivil topluma genel yaklaşımı geliştirici değil engelleyici nitelikte. Bununla birlikte, sivil toplumun sorunlarını sivil topluma dışsal aktörlere referansla açıklamak ve tartışmak sınırlı, dahası indirgemeci bir eğilim taşımaktadır. Yapılması gereken sivil toplumu sorunlarıyla birlikte kendi içinde tartışmaktır, bu sorunlara sivil toplum içinde çözümler üretmektir.

Sonuç: Üç-boyutlu Sivil Toplum Modeli

Bu noktaya kadar yaptığımız Avrupa’da ve Türkiye’de sivil toplum çözümlemesi ışığında, sivil toplumun nitel anlamda gelişimi için, sivil toplum alanını ve işlevlerini üç-boyutlu düşünmemiz gerektiğini önerebiliriz. Micheal Edwards’ın kavramsal dilini kullanarak bu boyutları (a) örgütsel yaşam olarak sivil toplum, (b) demokratik toplum olarak sivil toplum ve (c) kamusal alan olarak sivil toplum adlandırabiliriz. Örgütsel yaşam sivil toplumun temel boyutudur, ve farklı alanlarda hareket eden STK’ları içermektedir. Örgütsel yaşam olarak sivil toplumun gelişmesi için, bu alanın siyasal ve ekonomik toplumdan bağımsız olması, ve STK’ların da gönüllü kuruluşlar olarak devlet denetiminin dışında olması gerekmektedir. Bu nedenle de, bu alana son yıllarda, (siyasi partiler ve ekonomik aktörlerin dışında yer alan) “üçüncü sektör” adı da verilmektedir. Bu alanın gelişimi, sivil toplumun gelişiminin ön-koşulu olmakla birlikte, bu alanda yer alan STK’ların demokratikleşme sürecine katkılarını önemsemeleri, ve etkinliklerini bu temelde de amaçlamaları gerekmektedir. Demokratik toplum olarak sivil toplumdan, STK’ların demokratikleşme sürecine yaptığı katkıyı anlıyoruz. Bu alan sivil topluma ahlaki ve siyasi değer yükleyen alandır, ve sivil toplumun iyi ve adaletli toplum yaratmaktaki normatif işlevini simgelemektedir. Fakat, ahlaki ve siyasi değere aşırı anlam yükleme de, sivil topluma maksimalist yaklaşımı ortaya çıkartmakta, ve bu da hem sivil toplumun bağımsız çalışma ve bilgi üretme işlevinde, hem de devlet-sivil toplum ilişkisinde ciddi sorunlar çıkartmaktadır. Bu nedenle de, STK’lar demokratikleşme sürecine katkı da bulunurken, kendilerinin üçüncü sektör olarak hareket ettiklerini, ve devlet denetimi dışında yer alan ve toplumsal sorunların çözümüyle ilgili örgütsel bir yaşamı kurduklarını da unutmamalıdırlar.

Diğer taraftan, kamusal alan olarak sivil toplum ise, sivil toplumla siyasi toplum arasındaki demokratik tartışma alanıdır. STK’ların toplumsal sorunların/taleplerin demokratik bir platformda tartışılmasına, ve bu yolla da siyasi topluma aktarılmasına verdiği katkı, sivil toplumun kamusal alan olarak hareketini tanımlar. Avrupa’da bu alan gelişmişken ve katılımcı demokrasinin kurucu bir niteliği olarak düşünülürken, Türkiye’de ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Bu sorunlar en genelde, kamusal alan tartışmasının Türkiye’de bugün devlet-endeksli yapılmasından, ve kamusal alan ile devlet iktidarının özdeşleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu özdeşleşme de, sivil toplumla siyasi toplum arasındaki toplumsal sorunların demokratik tartışma alanını giderek daraltmakta, STK’ların siyasi aktörleri toplumsal sorunların çözümü için etkileme olasılığı önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle de, kendi siyasi söylemlerinde sivil toplumun önemini sıkça belirten siyasi aktörlerin Türkiye’de kamusal alanın “toplumsal sorunların demokratik müzakere alanı” olarak anlaşılması için çaba göstermeleri gerekmektedir. Demokratikleşme sürecine katkıları içinde STK’lar kamusal alan işlevini yerine getirmeye çalışsalar bile, devlet ve siyasi aktörlerin kamusal alana bakışları değişmedikçe, sivil toplumun kamusal alan olarak gelişimi engellenmiş olacaktır.

Fakat unutmamalıyız ki, bu boyutlar (örgütsel yaşam, demokratik toplu yönetimi, kamusal alan) birbirleriyle ilişkilidir, ve sivil toplumun farklı işlevlerini tanımlarlar. Sivil toplum bu boyutları beraber ve ilişkisel düşündüğü zaman, ve bu boyutlardaki işlevlerini bir bütün olarak gerçekleştiği zaman, nitel anlamda Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli bir aktör olacaktır. Fakat bugün Türkiye’de, STK’ların örgütsel yaşama odaklandıklarını, tüm dikkatlerini örgütsel ve finansal kapasite sorunlarını çözmeye verdiklerini, ama demokratikleşme süreçlerine katkı ve kamusal tartışma alanını genişletme işlevlerini gerçekleştirme de sınırlı kaldıklarını görüyoruz.  Bu anlamda da, örgütsel yaşama verilen ağırlık arttıkça, hem STK’lar arasındaki ilişkiler bozuluyor, hem STK’larla devlet arasındaki ilişki sorunlu hale geliyor, hem de STK’ların toplumsal sorunların çözümü için toplumu hareketlendirme, dolayısıyla da aktif ve sorumlu vatandaşlık anlayışını toplum içinde yaygınlaştırma işlevinde zayıflama ortaya çıkıyor. Bu sorunların çözümü için de, ilk olarak, sivil toplumu kendi içinde tartışmaya açmalıyız. Bu tartışma, Türkiye’de sivil toplumun nitel anlamda gelişme sürecine ciddi bir katkıda bulunacaktır.